1964 yılı.. Midyat’taki işim bitti, hedef Adana’nın Ceyhan ilçesi. Bir gün Midyat’tan köhne bir otobüse biniyoruz. Yol boyu cehennemi bir sıcakta gidiyoruz. Hangi akla hizmetse şoför koltuğunun tam arkasına bir termometre koymuşlar, ben de bu termometreye yakın bir koltukta oturuyorum, gösterge 40 dereceden aşağı düşemiyor. Yavaş yavaş akşam oluyor, ortalık bir parça serinliyor, ama otobüsün içi dışarıdan daha sıcak, çünkü metal aksamın soğuması zaman alıyor. Zaman zaman dalıyorum, otobüs sarsılıyor uyanıyorum. Sonunda şafak söküyor, ama eziyet hala devam ediyor. Nihayet öğleye doğru Ceyhan’dayız; yorgunluktan perişan, ama seyahatin sona ermesinden mutlu, işkence kutusundan iniyorum.
Kendimi ve valizimi bir faytona atıp, faytoncuya “Beni kasabanın en iyi oteline götür,” diyorum. Beklentim fazla yüksek değil ama, en azından ihtiyaç duyduğumda rahat yıkanabileceğim bir yer olsun istiyorum. Otele varıyoruz, fena görünmüyor, idare eder. Elimi yüzümü yıkıyorum. Ama dinlenmek yok, duş almak da; kasabaya müfettiş geldiği çoktan duyulmuştur. Anadolu’da bir kasabaya özellikle yaz aylarında, elinde koca bir valiz, şehirli olduğu belli, ciddi görünüşlü bir yabancı gelmişse, bu yüzde doksan dokuz müfettiş demektir. Kasa sayımı gecikmeyi kaldırmaz. Bir an önce halletmek lazım.
Ceyhan büyük yer. Müstakil vergi dairesi olabilirdi; onun için Ankara’dan ayrılmadan önce sordum. Gelirler Genel Müdürlüğü’nden “Hayır, Ceyhan’da müstakil vergi dairesi yok,” cevabını aldım. Rahatladım, eğer olsaydı işim daha zordu. Çünkü bir ilçede mal müdürlüğünün yanı sıra bir de müstakil vergi dairesi varsa, duruma göre önce beklemeye tahammülü olan yerdeki kasayı mühürlemek, öbür taraftaki sayımı bitirdikten sonra dönüp buradaki sayımı halletmek gerekir. Doğru hükümet konağına gittim. Mal müdürlüğünün yerini sordum, gösterdiler. Binanın batı cephesinde ayrı bir koridor, koridorun başında bir sandalyede orta yaşlı bir hanım oturuyor. Kıyafetinden müstahdem olduğu belli. Bu hanıma veznenin yerini sordum, cevap olarak, “Garıyı mı soruyon, adamı mı?” dedi.
Sorumu anlamadığını sandım, izaha çalıştım. “Hani kasanın olduğu yer var ya, para alınıp veriliyor, orasını arıyorum.”
“Eyi, annadım; ben de garıyı mı soruyon, yoksa adamı mı diyom!”
Ben yine gayret ediyorum, vezne, para, pul derken, sıkılan kadıncağız elini ‘Git başımdan’ gibisine salladı ve,
“Söleyom söleyom annamıyo, garıyı mı soruyo, adamı mı belli değil,” dedi ve yüzünü öte yana çeviriverdi. Çaresiz koridor boyunca yürüdüm ve sürpriiiz. Koridorun sonunda biri tam karşımda, biri sağımda iki vezne vardı. Ankara’da bana verilen bilgi maalesef yanlıştı. Ceyhan’da müstakil vergi dairesi vardı ve vergi dairesinin veznedarı da hanımdı..
Hemen kararımı veriyorum. Önce vergi dairesi veznesini saymak daha uygun olacak. Onun için malmüdürlüğüne ait kasayı bir süre için kapatmak lazım. Sağdaki vezne odasına giriyorum. Veznedar otuzlu yaşlarda ince uzun birisi; defterlerin üzerine eğilmiş bir şeyler yapıyor. Benim içeri girdiğimi fark edince doğrulup bana bakıyor. Kendisine, “Hemen kasayı kapatıp kilitleyin ve anahtarları bana verin,” diyorum. Veznedar bu hitaptan şaşkın, öylecene kalakalmış, sorgulayan gözlerle bana bakıyor. Birden hatamın farkına varıyorum, uykusuz geçen bir geceden, onca yorgunluktan ve biraz önce yaşadığım sürprizden olsa gerek, veznedara kim olduğumu söylemeyi ihmal etmişim. Derhal toparlanıyorum; kendimi tanıtıp hüviyetimi gösteriyorum ve Ceyhan’da üç aya yakın sürecek teftiş serüvenim başlamış oluyor. O günkü veznedar Nizamettin Bolol ise vefatına kadar hiç sektirmeden her dini bayramda bana tebrik kartı göndermeyi ihmal etmiyor.
Ceyhan pamuk zengini bir yer, tarım geliri yüksek. Amam bunun memurlara faydası yok, çünkü onların maaşları sabit ve mütevazı. Hatta bu zenginliğin onlara zararı bile dokunuyor. Çünkü ev kiraları başta olmak üzere hayat pahalı. Onun için maaşını yetiremeyen memurların şaşırıp, yanılıp suiistimal çukuruna düşmeleri işten bile değil. Amirler diken üstünde. Çünkü memurun yapacağı yanlışlıklardan ister istemez onlara da sorumluluk gelebilir. Bir gün vergi dairesi müdürü, bir fırsatını bulup beni yalnız yakaladı. Müdür ileri yaşlarda, ak saçlı, mazbut, babacan bir adam.
“Beyefendi, “dedi “belki biraz yadırgayacaksınız ama, ben size bir şey söylemek durumundayım. Gördüğünüz gibi bu dairede çok sayıda memur var. Bazıları delikanlı çocuklar, arada canları bara, meyhaneye gitmek istiyor. Bunun için bol para gerek. Arada bir kulağıma olur olmaz dedikodular çalınıyor. Bu çocukları kanunla, cezayla korkutmak her zaman kolay olmuyor. Onun için ara sıra ölçüyü kaçıranlar olursa onları odama alıp kulaklarını çekiyorum, bazen birkaç tokat attığım bile oluyor. Hani kazara işitir de şaşırırsınız diye söylüyorum. Önce benden duymuş olun. Aklınıza başka bir çare geliyorsa, onu da denemeye hazırım,” dedi..
Bu samimi itiraf karşısında “Peki, anladım, teşekkür ederim,” deyip olayı geçiştirdim. Orada bulunduğum sürece de bu konuda herhangi bir yakınma gelmedi..
Ceyhan’da bir ciğerci var, adı yanılmıyorsam “Karakaplan”. Sadece ızgara ciğer servisi yapıyor, söylendiğine göre tüm Çukurova’da meşhur. İlk gidişimde yemekle beraber bolca kimyon getirdiler. Denedim, kimyonun kokusunu ve tadını pek sevemedim. Ciğeri kimyona değdirmeden yemeğe başladım. Biraz sonra Karakaplan yanımda bitti, usulca kulağıma eğilip,
“Aman Müfettiş Bey’im,” dedi, “bu ciğer müthiş gaz yapar; alışkın değilsin, perişan olursun; bunun ilacı kimyondur, ciğer kimyonsuz yenmez, aman kimyona hayır deme!”
Böylece ızgara ciğer yemenin raconunu öğrenmiş oldum. Öğrenmenin yaşı ve sonu yoktu.
(ERTUĞRUL KUMCUOĞLU, “Müsteşar”, Kronik Kitap, 2019)