Köy Enstitüleri,
bizim mahallede pek iyi anılmaz. Hemen karalanır. Karşı çıkılır. Ama bu karşı çıkışların pek bir derinliği yoktur. Birkaç benzer cümle o kadar. O cümleler de modele değil, içeriğe yöneliktir.
Şahsen benim gündemime pek girmedi Köy Enstitüleri.
Ta ki burada yayınladığım bir öğrenci mektubunu görünceye kadar.
Köyün birinde, 1941 yılında, bir orta okul öğrencisinin böyle bir mektup yazması çok dikkatimi çekti. Kişiye has bir durum muydu yoksa bir eğitimin sonucu muydu, merakımı celbetti.
İşte o merak beni Köy Enstitülerine götürdü.
Bizzat Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne gittim, gördüm. Araştırıp inceledim.
Birçok yayın okudum, izledim ve tabi çok üzüldüm.
1940’da kurulumu başlamış köy enstitülerinin.
O yıllarda Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu köylerde yaşıyor. Köyler ise harap!
Köyleri, nahiyeleri ve hatta ilçeleri kalkındıracak adanmış eğitmenler yetiştirmek için devlet bu özgün modeli geliştirmiş.
Öğrenciler günün yarısında teorik dersler alıyor diğer yarısında ise tarım, zanaat, inşaat, sanat vb. alanlarda uygulamalı üretim yapıyorlar. Üretim!
Hatta, sahada bir müddet çadırlarda yatıp kalkarak, kendi okullarını dahi kendileri inşa ediyorlar.
Türkçe, matematik, fen, tarih ve coğrafyanın yanı sıra tarım teknikleri, hayvancılık, marangozluk, demircilik, elektrikçilik, sağlık bilgisi ve el sanatları da öğreniyorlar. Ayrıca müzik, tiyatro ve halk oyunları gibi etkinliklerle öğrencilerin kültürel dünyası da zenginleştiriliyor.
Mezun öğretmenler köylerde yalnızca okuma yazma öğreten kişiler değil, aynı zamanda tarım danışmanı, sağlık eğiticisi ve kültürel önderler konumuna geliyor.
Köy enstitüleri kısa zamanda büyük başarı gösteriyor. Sonra bunlara öğretmen yetiştirmek için Yüksek Köy Enstitüleri de kuruluyor.
Yani bütüncül bir eğitim ekosistemi oluşturuluyor.
Enstitüler, kısa zamanda yabancıların da dikkatini çekiyor. Resmi ziyaretçileri eksik olmuyor.
Kanaatimce, dananın kuyruğu da burada kopuyor!!
Çünkü bunu inceleyenler arasında Amerika’nın Fulbright Komisyonu üyeleri de var. Bunlardan bir profesörün yazdıklarını okudum.
Bu model Amerika’daki sistemden çok daha iyi, diyor.
Bununla bizden daha ileri giderler, diye düşünüyor. Daha birçok tespitleri var.
Sonra,
kısa zamanda hem ideolojik hem de toplumsal açıdan tartışmaların odağına yerleştiriliveriyor Köy Enstitüleri. Yıpratılıyor ve kapatılıyor.
Sağcısıyla solcusuyla birlikte hallediyorlar bu işi.
Yani bu kapatma işi, Türk siyaset yelpazesinin fevkinde bir iş!
Önce
1947’de İsmet İnönü zamanında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılıyor.
Sonra
Demokrat Parti iktidarıyla birlikte kapatılma/dönüştürülme süreci hızlanıyor. 1950’lerden itibaren klasik öğretmen okuluna dönüştürülüyor. Nihayet 1954’te ilköğretmen okullarına çevrilerek resmen özgün kimlikleri sona erdiriliyor.
Peki, bu arada sürpriz var mı? Olmaz mı?
Burası Türkiye, burada olağan bir iş yok zaten!
Köy Enstitülerinin kapatılma sürecinde, 1949 senesi sonunda, Milli Eğitim Bakanlığı çatısı altında Türkiye ile ABD arasında ikili bir anlaşma imzalanıyor.
Bu anlaşma ile Fulbright Komisyonu kuruluyor.
Komisyon, Türkiye ile ABD arasında kültürel ve eğitimsel iş birliğini tesis ediyor.
Ama ne işbirliği ha!
Bundan sonra bir daha MEB’den hiçbir özgün sistem çıkmıyor. Çıkamıyor!
Şimdi bu modeli, birçok ayrıntıyı referans göstererek eleştirebilirsiniz.
Bu yazının yeri ve zamanı mı, diye de kızabilirsiniz. Lakin
bunları yapacaksanız, bana Köy Enstitüleri Modelini aşkın bir model göstereceksiniz.
Uygulanmış ve başarılı sonuç vermiş bir model.
Ben de o zaman size müteşekkir olacağım.
Sizi dinleyeceğim. Yok gösteremiyorsanız,
böyle bir bütüncül model oluşumu için çalışacaksınız.
Modelin günümüzde nerelerde nasıl uygulanabileceğini ayrıntıları (simülasyonları) ile hazırlayacaksınız.
Buyur yap, dediklerinde sağa sola bakmadan besmeleyi çekip işe başlayacaksınız.
Ülkemizin ihtiyaçlarını düşünün ve çocuklarımızın haline bakın!
Mevcut sistem ile bu çocukları harcayan ve
ülkeyi bu durumda tutan biziz, biz!
Prof. Dr. Mete Gündoğan